Büyük patlamadan sonra var olan dünya yaşamsal faaliyetleri için insanlara birçok alanda cömert davranan doğa ve güdülerini kullanan insan kısaca yaşamsal faaliyetlerin temeli, bizden önceki neslin genlerinden kalan ve hala devam ettirdiğimiz birçok dürtü her topluluğun her ülkenin ve aslında bireylerin kendi öz benliklerini ve dolayısıyla da markalarını oluşturur.
Birkaç hafta önce gittiğim mülakatta markayı nasıl tanımlarsınız dediklerinde ülkem yani Türkiye büyük bir marka cevabını verdiğimde çok şaşırmışlardı. Her birey de bir öz markadır ve her bireyin kendi iç dünyası, özü kendi markasına şekil verir. Bireyleri bu anlamda analiz etmek elbette ki ülkelere göre daha kolaydır ancak bir ülkeyi marka olarak tanımlamak, diğerleri ile karşılaştırmak sanıldığı kadar kolay da değildir. Söylediklerimde ilk okunduğunda küçük bir çelişki sezilebilir ancak zihninizde canlandırdığınızda bana hak vereceğinize inanıyorum.
Evet ülkem bir marka, bu ülkenin marka değeri de aslında içinde bulunan her bir il ile de özdeşleşip çoğalıyor. Konum itibariyle Mezopotamya, verimli toprakların ve su kaynaklarının etrafında olması ve iklimin yaşam kalitesini ve verimi arttırdığı düşünüldüğünde jeopolitik olarak konumu efsane, bu bir cebimizde kalsın.
Jeopolitik olmasından sonra ikinci en önemli konu ise bu topraklarda yaşayan topluluklar. Anadolu’nun, kıyı kesimlerin her bir yanında başta küçük uygarlıklar sonrasında ise Bizans, Osmanlı gibi büyük devletlerin kültürü topraklara işlemiş, dolayısıyla her bir kültür üzerine yenisinin eklenmesiyle kültür zenginleşmiş. Bu sebepler Türkiye’nin marka değerini arttırırken nasıl bir kimliğe sahip olduğunu da kendi kendine ortaya çıkartmış.
Türkiye denince aklınıza ilk ne geliyor diye birkaç yabancı arkadaşıma sordum. Verilen cevaplar hep yemek ve İstanbul üzerineydi. Osmanlı Devleti zamanındaki saray yemekleri, birçok kültürün bir arada ve iç içe yıllarca yaşamış olması yemeklerin Türkiye markası için önemli bir kısmını oluşturuyor. Daha öncesindeki devletler, yaşayan küçük topluluklar, farklı kültürler yemek kültürünün zenginleşmesine de yardımcı olmuş.
Şimdi bunu bir örnekle pekiştirelim. Kebap, döner gibi örnekler vermek yerine ben bu sefer her kesime hitap eden Türklerin ilk fast foodu olarak bilinen simitten bahsedeceğim.
Simit, Osmanlı döneminde ortaya çıkan kısa sürede çok sevilen ve ününü tüm dünyaya duyuran unlu mamul olarak bilinir. Basit ve doyurucu olmasıyla, şekliyle ve elbette tadıyla herkes tarafından bilinen bu ürün Türkiye’nin öz mamulü haline gelmiş bulunuyor. Şekil ve yapı itibariyle benzerleri yapılmış ancak Yunan halkı tarafından hala bizim yöresel fast foodumuz olarak biliniyor.
Saraylara layık tadıyla herkesi kendinden geçiren bir diğer marka ürünümüz de baklava. Gaziantep’in en güzel Antep fıstığıyla hazırlanan baklava için Yunanistan ile büyük bir savaş versek bile kimse kusura bakmasın baklava Türkiye’nin markasıdır.
Bu platform bir yemek bloğu olsaydı bunun üzerine daha çok konuşabilirdik ancak şimdi biraz daha marka kısmına dönelim. Marka kendi içinde benlik kazanmadıkça dışarıdan algılanması güçleşir. Dolayısıyla mental anlamda azalan marka kimliğimiz için biz gençlerin bu aşamada devreye girmesi daha çok önemli. Olmayanı zorlamak yerine sahip olduğumuz kaynakları daha verimli halde kullanmayı başarabilirsek bu konudaki markalaşma hızımız da artacaktır.
Ülkeler de genel itibariyle marka kimliğini yukarıda bahsettiğim başlıklara göre şekillendiriyor. Ülkelerin özellikle coğrafik konumuna göre değişen ve şekillenen marka kişilikleri komşu ülkelerde ise kendilerini hangi konuda geliştirdikleriyle farklılaşıyor. Var olan dünyada markalaşmak kolay sürdürebilmek ve değişime ayak uydurmak daha zor.