Olumlu ve olumsuz iki kavramı bir araya getiren bu tamlamaya, sağlık sektöründe çalışan pek çok kişi aşinadır. Bazı durumlarda kan üzerinde uygulanan tarama testleri, viral hastalıklar için pozitif sonuç verir ama aslında hasta değilsinizdir. Testleri yanıltan bu durumun ortaya çıkarılması için yeni testler uygulanır ve bu sürecin sonunda kişinin sağlıklı olduğu anlaşılır. Bizim konu edeceğimiz “yalancı pozitiflik” ise, şirketlerin damarlarında sinsice gezinen, pazarlama ile birlikte tüm süreçlerini hasta eden ve tedavi edilmediği takdirde, şirket ölümlerine kadar gidebilen bir hastalık.
ABD’nin 16. Başkanı Abraham Lincoln, “Bazı insanları her zaman, bütün insanları da bazen kandırabilirsiniz; ama bütün insanları her zaman kandıramazsınız.” demiş. Bu özlü sözün ana fikrinde, kandırma eyleminin gerçekleşebilmesi için kandıran kadar, bunu talep eden birilerinin de olması gerektiği gerçeği yatıyor. Dolandırıcılık becerisinin (!) temel formülü de budur. Bir dolandırıcılık öyküsü dinlersiniz ya da uyduruk bir ürüne çok fazla para ödeyerek alan birini görürsünüz ve bunun nasıl olabildiğine hayret edersiniz. Oysa cevap çok basittir; insanlar bazen kandırılmayı tercih ederler.
Mutluyuz, Mutlusunuz, Mutlular…
Bugün şirketlerde de benzer durumların yaşandığını gözlemleyebiliyoruz. Şirket yöneticileri kendilerini pembe bir dünyanın içerisine sürüklenirken bulabiliyorlar. Her şey müthiş bir pozitiflik içerisinde kendilerine sunuluyor. Sorunların üzeri ustalıkla örtülüyor. Dışarıdan bakıldığında da her şeyin pozitif algılandığına ilişkin göstergeler üretiliyor. Gerçek dışı hedefler ve yol haritaları, yöneticilerin önüne konuluyor…
Genellikle şirket içi yapıların oluşturduğu ve beslediği bu sistem nasıl işletiliyor? Dış algıyı üretmek ve yönetmekle görevli yapılar, nitelikli olmayı gerektiren bu meşakkatli iş yükünün altına girmektense, iç algıyı formatlamaya yöneliyorlar. Gerçekte var olmayan başarıları, aslında varmış gibi sunuyorlar. Hatta bir adım daha öteye giderek, üst yöneticileri bu sanal başarıları pazarlamak için kullanıyorlar. Pazar araştırmalarının sonuçlarını, kendi sistemlerini savunacak şekilde yorumluyorlar. Kendi fikirlerini savunacak isimleri yöneticiler ile buluşturuyorlar. Mutluyuz, mutlusunuz, mutlular söylemini ezberletiyorlar ve bunu dile getirecek küçük mutlu gruplar oluşturuyorlar…
Oysa Ne Güzel Başlamıştı Her Şey
Aslında bu dönemler, bir açıdan oldukça eğlenceli geçer. Etkinlikler üst üste gelir. Herkese ödüller dağıtılır. Şakalar, övgüler havada uçuşur. Eğlenceli adam, faydalı adamdan daha fazla değer görür. Bu sisteme uyan herkes süperdir; kimin daha süper (!) olduğuna karar verilemediği noktada, “hepimiz süperiz” denir. Bir nevi, Osmanlı’nın “lale devridir”…
Bu siteme uymayanlar “kötü çocuk” ilan edilir. Onlar, eğlenmeyi bilmeyen, oyunbozanlardır. Üst yöneticilerle temas etmelerinden kaçınılır. Hiç kimsenin, çevreyi saran bu yapay pembe duvarları yıkmaya hakkı yoktur. Sorunlar tespit edilemediği ve uygun tedaviler geliştirilemediği için hastalık, şirketin her noktasına sirayet eder. Pazarlama kampanyaları başarıya ulaşmaz ve müşteri memnuniyeti dibe vurur. Şirketler ya iflas eder ya da doğrulara yönelirler.
Özetlemeye çalıştığımız durum size tanıdık geliyorsa ve bundan huzursuzluk duyuyorsanız, siz ve şirketiniz için umutlar henüz tükenmemiş demektir. Ve unutmadan; “Huzursuzluk, idealist insanların kaderidir!”…