Senelerce okudunuz. Bir challenge üstüne başka bir challenge eklediniz kendinize…
Bazen siz seçtiniz, bazen hayat öylesine itti. Bir yandan da çalıştınız belki…
Sonuçta kendinizi akademik kariyer basamakları sayılan dereceleri birer birer çıkarken buldunuz. Hedefiniz akademisyen olmak olmasa bile, yaptığınız her şey dışardan bakılınca sizi o yönde zirveye taşıdı.
Ve bir gün zirve… YUPPİ!!
Artık “Doktor”sunuz.
Bakmayın öyle afilli durduğuna…
Geçtiğimiz gün sosyal medya platformlarından birinde karşıma bir reklam çıktı.
“İş hayatında doktor ünvanını kazanmak ister misiniz?”
Hatrı sayılır bir üniversite hem de… Böyle afilli bir de takım elbiseli çalışan koymuşlar…
İlanı görünce doktorasını erkencecik almış ve nerdeyse aldığına kısmen pişman olmuş bir özel sektör çalışanı olarak sesli bir kahkaha patlattım.
Yapılabilecek en yanlış reklam olmuş.
Zira “Almayın” diye bağırmak geldi içimden.
Gelelim nedenlerine?
Çünkü bir kere o bilginin değeri ve ederi sadece kağıt üstüne kabul görüyor. Maalesef özel sektördeki pek çok firmada gerçek hayat idealizmden ve olabilecek pek çok güzellikten katman katman uzakta. Çünkü eğer yabancı bir firmada çalışmıyorsanız, bir kere bürokrasi maksimum. Kimle konuşsam benzer şeyleri söylüyor.
BOM! Yere çakıldığınız ilk an bu.
Hadi enseyi karartmayalım, biraz da pozitif yanından bakalım olaya.
En iyi ihtimalle sadece o derecenin size verdiği stratejik düşünme kabiliyetini belli bir derecede kullanabilme özgürlüğüne sahipsiniz.
O da eğer yöneticileriniz çalışanlarının bilgilerini kullanma vizyonuna sahipse. Ya da yönetici olarak özel sektöre adım attıysanız, kurum stratejilerinin izin verip mümkün kıldığı ölçüde.
Diğer bir nedeni, akademi düşünceler dünyası. Kurduğun her teori gerçekleşmek üzere veya “ideal olanı inşaa etmek olasılığı” üzerine kurulsa bile, içine girdiğin firmanın yetkinlik düzeyleri veya alt yapısı, ya da organizması buna elverişli değil.
Ancak cabbar, tuttuğunu koparan, inatçı bir “change maker” iseniz, ancak o zaman biraz şansınız var teoriyi pratiğe dönüştürmeye. O da biraz…
Çünkü yıkmanız gereken duvarlar, aşmanız gereken bariyerler, sistematik kırılımlar var. Direnç heryerde. En önemlisi de insanda direnç. Kendisinin kaderinin gerçekliğini en üst olgu zanneden insanda.
Sonra bir de İK yönetimleri var tabii. Liyakat yerine kıdemle yönetici yetiştirme sisteminde olan hiçbir firmada, istediğiniz gelişimi görmeniz mümkün olmuyor.
Neden mi? Çünkü yeniliğe açık insanlar yönetim pozisyonlarında oturmuyorlar.
Burada asla diğer kesimin emeğini hiçe saymıyorum. Aksine, hepsi kıymetli. Ancak eğer kurumun çıkarlarının en üst seviyede tutulduğu bir sistemde İK yönetimi yapılmazsa, o zaman hangi seviyede olursa olsun, yenilik kazanamaz. Değişim yapılamaz.
Temelden anlayışın değişmesi gerekliki, bu da çalışanlar tarafından var edilen kurumların içinde bireyleri geliştirmeden, imkansız. Bireysel gelişimden kastım daha fazla “bilgi” değil. Daha fazla “vizyon” ve kişisel gelişim. Yani, serbest bırakabilmek, yeniliğe açık olabilmek, çalışanının fikrini hayata geçirebilmek gibi daha soyut ve cesaret gerektiren şeyler.
Burada kastım, okyanusa çırılçıplak atlamak da değil tabiiki. Kurumu riske atmadan, denenebilecek fikirlerin hepsinin yaşama adaptasyonu.
Bu da ancak, “son söz benimdir” demeyen bir vizyon ile gerçek kılınabilir.
Gelelim işin pazarlama boyutuna. İşte esas meziyet bence burada başlıyor. Fark yaratacağınız yer “algı yaratacağınız yerdir”. Tam da bu nedenle, pazarlamanın klasikleşmiş 4P kavramından fersah fersah uzaklara gitmeniz gerekiyor. Bugün 4P kalmadı çoktan 7P hatta 8P olarak evrildi ancak pek çok kurum hala 4P kavramı özelinde hareket ediyor, tıkanıp kalmış durumda. Oysaki, temel değişim, alışılagelmiş pazarlama kavramlarını kırararak yaratılabilir. Yani, öncelikle küçük ve sadece hedef kitle odaklı düşünme kalıplarını genişletmeniz lazım.
Bu da demek oluyor ki, haftanın yarısında PR stratejiniz sadece hedef kitlenizi baz alırken, diğer yarısında daha bütünsel bir yaklaşımı yani tüm paydaşlarınızı kapsamak durumunda. Bu bazen bir felsefe pazarlamanız, bazen kurum pazarlamanız ve hatta zaman zaman kendi çalışanlarınızı parlatmanız anlamına gelse dahi… Çünkü daha bütünsel, daha kapsayıcı, daha içe alan bir pazarlama stratejisi, bugünün kuşaklarına daha fazla hitap ediyor.
Daha da önemlisi, sürdürülebilirlik kavramının ve bilinçli tüketim kavramının vazgeçilmez olduğu bir dünyada, sürdürülebilir olan projelerinizi parlatmanız ve sürekli kalıcılığı olan, dünyaya yatırım yapan fikirler üretmeniz. Maalesef büyük şehirlerde bile pek çok şirket hala bu tarz projelere burun kıvırıyor, çünkü para getirmez olarak algılıyorlar. Ancak durum zannedilenin tam tersi. Bugün hem yatırımlarcılar, hem de tüketiciler sürdürülebilir ve kendisine bunu anımsatan firmalara daha yakın duruyorlar.
Bu uçurumu kapatmanın bir diğer yolu da, proje gruplarının yaş farkını büyütmek. Nasıl yani dediğinizi duyar gibiyim. Şöyle ki, yeni nesil yeniliklere daha hakim ve daha açık, bu nedenle onlardan gelen bilgiyi üst kuşakların ve yönetim kademesinin doğru kullanması da çok önemli. Bunu tecrübe bariyerine toslamadan, alt kuşakladı demotive etmeden, üst kuşakları da rencide etmeden yapabilmenin yolu da, proje gruplarında gençlere daha fazla söz vermekten ve hatta girişimlerine alan bırakmaktan geçiyor.
İşte tüm bu nedenlerle, en baştan en sona kurumsal anlayışın değişmesi büyük önem taşıyor. Teoride kalmış pek çok kavram ancak bu şekilde gerçek hayatı şekle sokabilir hale gelmeye başlar. Hadi bakalım yolumuz açık olsun. Ne kadar yaklaşabilirsek, o kadar birlikte kazanırız…